Haber

Kesinlik arayan Hitler’i bulur

İki hafta önce Avrupa Ligi maçlarını izlemeye oturdum, baktım maç öncesi seremonide bir gariplik var. Tamam, sarı-lacivert formalı takım bizim Fenerbahçe

Ancak Twente’yi göremedim. Ben konuk takımın renklerinin kırmızı-beyaz olduğunu biliyordum ama Fenerbahçe’nin yanında mavi renkli forma giymiş bir takım vardı. “Herhalde deplasmanda bu formayı giyiyor Twente” dedim. Fakat saydım, beş kişiler… Nihayet jeton düştü; iki tane kale arkası hakem uygulaması yapılıyor ya Avrupa Ligi’nde, bunlar yeni hakemlerin de eklendiği, maçın ‘hakem beşlisi’ydi… Hani basket takımı kadardılar. Kenarda getir götür işlerini gören ve teknik direktörlere polislik yapan ‘dördüncü Hakem’i aralarına alsalardı olacaklardı bir voleybol takımı.

Fenerbahçe-Twente maçını hepimiz izledik. Hakem çok iyi yönetti. Kale arkası hakemlere hiç iş düşmedi. Ama ben korkmadım değil; hızlı gelişen bir atakta ya top gelip bu hakemlerden birine çarpsaydı. Ya da canı sıkılıp bir penaltı verseydi taze hakemimiz… Ne güzel, günlerce tartışacak konumuz olurdu değil mi?

Aslında dört gün sonra Kasımpaşa-Galatasaray maçının hakemi İlker Meral, Ali Güneş’in elini göremeyince bu tartışma başka tarafından alevlendi. “Kale arkası hakemi bu pozisyonu görürdü” dendi. Büyük olasılıkla görebilirdi. Ama ya o da göremeseydi? Alın size yılın tartışması!

Hakem dışarı

Mesele bu zaten. Hakem sayısı çoğaldıkça hakem kararları çoğalıyor, kararların tartışmaları ise geometrik olarak artıyor.
İşin garibi hakem bu oyunun olmazsa olmazlarından değil. İki takım bir araya gelip, bir top bulup hakemsiz de oynar bu oyunu (Daha ayrıntılı ve kusursuz bir anlatım için Fikret Doğan’ın geçen çarşamba Taraf’ta çıkan yazısına bakınız)…

Ne olmuş; bu iki takım tembellik yapmış, anlaşamazlarsa kararını kabul edecekleri birini hakem diye arabulucu olarak belirlemişler. Bu kadar… Yani üzerinde kolay anlaşılamayacak, yani tartışmaya açık kararlar için var hakem. Eğer bir kararını tartışıyorsak, yani o karar hakkında, at gözlüğü takmış fanatiklerin inadı dışında, farklı görüşler varsa, demek ki hakemin verdiği kararı kabul edip geçmekten başka yapacak bir şey yok.

Oysa gittikçe bu hakemin yetkileri başka hakemlere bölündü; yan hakemler çıktı, arkasından dördüncü hakem, arkasından da kale arkası hakemler… Her yeni hakemle birlikte orta hakemin yetkileri bölündü, paylaştırıldı. Her seferinde tartışmalar azalacağına arttı. Örneğin, taç çizgisi boyunca koşan hakemler eskiden sadece ofsayta ve kornere bakıyordu. Adları da ‘yan hakem’di. Sonra kendilerine yakın bölgelerdeki faullere, hatta penaltılara bakmaya başladılar. Adları da ‘yardımcı hakem’liğe terfi ettirildi. Ne oldu, orta hakem başka bölgede vermeyeceği faulleri, sırf yardımcı işaret etti diye verir oldu. Futbolcular da bu kez yardımcılarla da dalaşmaya başladılar. Futbol, ‘hakemspor’la futbolcular arasında bir oyuna dönüştü.

Her yetki bölünmesinde maç yönetimi saha içinde kalmaktan çıkıp saha dışına taştı ayrıca. Görüntülere bakıp kararlar değiştirildi, Hem de çoğu kez hakeme sormadan. İleri geri oynatma ve bilgisayar simülasyon teknikleriyle maçlar yeniden yönetildi, kesin ve doğru hüküm olarak bunlar kabul edildi. Hem de hakemlerin saliseler içinde verdiği kararlar saatlerce incelenerek…

Böylece hakemlerin çok üzerinde, her şeyin doğrusunu bilen, hatasız ve hikmeti sorgulanmayan otoriteler ortaya çıktı. Zavallı hakemler futbol oyununun selameti için değil, bu otoriteleri tatmin için maç yönetmeye başladılar.

Bu gidişle sahada yirmi-otuz hakem olur, baş hakem ise saha dışında, mesela TV stüdyosunda, ya da evinde kulaklıkla maçı yönetebilir. Olmaz olmaz demeyin. Amerikan futbolunda neredeyse buna benzer bir uygulama var. İki dakika top oynanıyorsa, on iki dakika hakemlerin tartışmalarını izliyoruz.

Merkez bilir

Teniste de böyle olduğunu, hatta topun dışarıda mı içeride mi olduğuna bilgisayar simülasyonlarıyla karar verildiğini söyleyebilirsiniz hemen. Evet orada da öyle. Burjuvazi bu seçkin sporunda hiçbir haksızlığa yer olmadığını gösteriyor böylece.
Kimse de “Biz bilgisayar görüntüsü izlemek için mi bu oyunla ilgileniyoruz, bilgisayarın doğru gösterdiği ne malum” demiyor. Ya da “bütün bu duraklamaların oyuna, oyunun güzelliğine ne katkısı var” diye sormuyor.

Çünkü, oyunun üzerindeki otorite, ‘kusursuzluk’, ‘kesinlik’, ‘mutlak doğru-mutlak yanlış’ yanılsamalarıyla köle ediyor bizi kendine. Oysa hayatta ve toplumda olduğu, gibi oyunlarda, özellikle de çok basit bir oyun olan futbolda ‘kesinlik’ diye bir şey yok. Kesin doğru, kesin yanlış yok. Her şey birbirini etkileyerek, dönüştürerek ilerliyor. Kesinlik aradıkça bir sürü kurala ve sınırlamaya varıyorsunuz. Bugün bile Futbol Oyun Kuralları 50 sayfaysa, bunların açıklamaları 100 sayfa. Oyun ikincil, kurallar asal hale geliyor. Kurallar mutlak, oyun geçici… Sanki futbol kuralların uygulanması için oynanıyor.

Toplumlar da böyle… Kesinlik ararsanız, toplumu belli kalıplar içine sokan, katı yasalara ve dev devlet makinelerine varıyorsunuz. Aykırılıklara, zıtlıklara, farklılıklara yer yok bu toplumlarla çünkü iktidarın belirlediği kesinlik ve kusursuzluk kavramıyla çelişiyorlar. Bunun için Hitler Almanyası gibi düzenlerde seks gibi bir içgüdü bile devler eliyle düzenleniyor. Örneğin eşcinsellik bu sistemde bir ‘yanlış’sa, ortadan kaldırılmalı.

‘Değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen’ hükümlerin, sayfa sayfa anayasaların, kütük gibi ceza yasalarının ve bunların usul yasalarının ‘kusursuz toplum’ ideali için varolduğu söyleniyor bize. Oysa bu kadar çok kural ‘kusurlar’ın varlığının işareti. Bu ‘kusurlar’ın bastırılarak ebedileştirilmesinin ve böylece toplum üzerinde bir iktidar kurulmasının aracı…

Zamanı öldürmeyelim

Futbolda da kurallar oyunun gelişip akmasına değil, kesilip sürekli bozulmasına yarıyor artık. Çünkü kesinlik ve mutlak doğru arayışı kuralları herkesin tepesinde kılıç gibi sallandırıyor.

Kesinlik peşinde koşan toplumlarda iktidarların insanlarda yaydıkları tek bir duygu var: Korku. Hata yapma korkusu… Bu yüzden, özellikle bizim hakemler her tartışılacak pozisyonda düdüğü öttürme eğiliminde. Düşünebiliyor musunuz, 90 dakikada 90 kereye yakın duruyor oyun. Bir de bizim bazı hakemlerimizin oyunu yeniden başlatmada pek aheste davrandıklarını dikkate alırsak çekilir işkence değil şu futbol maçları…

Oysa hayatın, toplumun ve futbolun kendini dönüştürerek akacağı tek bir yatak var: Zaman. Zamanı öldüren, her şeyi öldürüyor.

SPOT IŞIĞI

SESSİZLİK NEDEN GELİR?

Diyarbakırspor’un uğradığı ırkçı ve ayrımcı muamele yeni değil. Tribünlerdeki linç ortamı da yeni değil. Bazı pankartların, özellikle Diyarbakır maçlarında tribünlerine asılması da sıradan taraftarın işi değil. Özellikle Milli maçlarda gördüğümüz ırkçı ve militarist hezeyanlar maç izlemeye gelen sıradan futbolsever tarafından körüklenmiyor. Federasyonun statüsünde,
etnik köken yüzünden yapılan ayrımcılığı ırkçılık sayan madde de dün konmadı oraya… Ne var ki tepki gösterilmeye gösterilmeye geçen hafta Bursa’daki Diyarbakırspor maçındaki ürkütücü atmosfer ve görüntüler çıktı ortaya.

Diyarbakırspor başka kentin takımı olsa, hattâ yabancı bir takım olsa, bütün bu pankartlar ve sloganlar olmayacak. Bu ülkede birileri farklı olanlara tahammül edemiyor. Kürt olana hiç tahammül edemi-yor. Kürtleri bu ülkenin parçası olarak saymaya tahammül edemiyor. Asıl bölücü kimmiş, görüyorsunuz… Ve bunlar en kolayından tribünleri bu işe alet ediyorlar. Kürtlere tahammülsüzlüğü, Diyarbakırspor’a tahammülsüzlük üzerinden üretiyorlar… Küfürü diline dolayıp toplum terbiyecisi kesilenler ise ırkçılık söz konusu olunca nedense pek suskun.

Şimdi Federasyon usulen bir ceza verecek gibi. Olan yine Bursalı futbolsevere olacak. Bu işin sorumlusu olarak tribüne gelmiş işsiz ve geleceksiz birkaç genç gösterilecek. Medyada ve futbol yönetimlerinin değişik kademelerinde milliyetçi ve militarist gazı verenler ise işlerine devam edecek.

Daha Fazla Göster

Bir yanıt yazın

Başa dön tuşu