FutbolHaber

Kağıttan yönetimler cumhuriyeti

Duymuşsunuzdur, İstanbul’da ‘Papermoon’ diye bir lokanta var. Özel bir anlamı var mı bilmiyorum ama adı ‘kâğıttan ay’ demek… Futbol dünyamızın muktedirleri bu lokantadan çıkmıyor. Afiyet şeker olsun da sanki futbol işlerimiz antre ile ana yemek arasında burada hallediliyor, üzerine de iktidarın rengine göre ya bir kadeh konyak ya da az şekerli bir kahve içiliyor gibi… Memleket işlerinin yerinde değil, çok ilgisiz yerlerden yönetilmesine alışığız zaten. Bize özgü, özel bir durum.

Yensen de yenilsen de şike

Efendim, üzerinden biraz zaman geçti, malumunuz, Beşiktaş Başkanı ile Fenerbahçe Başkanı şampiyonluğu etkileyecek derbi öncesinde bu ünlü lokantada yemek yemiş. Onlara bazı federasyon yetkilileri de eşlik etmiş. Şaşmamak gerek.

Federasyon futbolumuzu, amatörleriyle, alt kümeleriyle, koca bir memleket eğlencesi olarak görmüyor.

Papermoon’da sohbet edilecek üç beş kulüp başkanından ibaret görüyor.

Yemek yenmez mi, yenir tabii? Aslında kulüpler birbiriyle daha da çok görüşmeli. Ne var ki, tam da derbi öncesine rastlayan yemek değişik yorumlara yol açtı…

Denizli, kerameti kendinden menkul menajerleri ve yöneticileri Ümraniye’den uzaklaştırdı ve takım futbol takımına benzedi ya, sesi soluğu kesilen yöneticiler durur mu? Şampiyonluk ufukta belirince yemek bahanesiyle bir şekilde gündeme gelmeyi becerdiler. Ancak Beşiktaş Fener’i yenerek şampiyon olsa, şampiyonluğun üzerine ömür boyu bu yemeğin gölgesinin düşeceğini, ya da düşürüleceğini unuttular.

Neyse, sonunda Fenerbahçe İnönü’de Beşiktaş’ı yendi de dört bir ağızdan, “Gördünüz mü tezgâh mezgâh yok, ayıp ayıp utanın” diye yorumlar (!) yapıldı. Olmayacak şey değil ya, ya Beşiktaş kazansaydı ne denecekti? Bir de, hani Bobo’ya yapılan hareket penaltı olarak değerlendirilseydi ve Beşiktaş böyle kazansaydı? Bütün bu tezgah iddiaları doğrulanmış mı olacaktı? O zaman dürüstlükten ve mertlikten söz edemeyecek miydik? Bütün futbolcular ve hakemler zan altında kalmayacak mıydı?

Hacettepeli ve Gençlerli futbolcular ve teknik adamlar ise o kadar şanslı çıkmadı işte. Aynı kulübün iki takımının maçında puana gereksinimi olan kazandı… Şimdi bütün tezgâh iddiaları doğrulanmış mı oldu?

Federasyon ilkesiz ilişkilere giriyor, aynı kulübün iki takımı lige alınıyor, futbolcu menajerlik şirketleri olanlar kulüp yönetimlerine geliyor, bir gecede kulüplerin adları değişiyor, sonra da siz futbolcunun dürüstlüğünden medet umuyorsunuz. Kuşku tohumlarını sistemin temeline ekiyor, koskoca bir ‘kuşku’ toplumu yaratıyorsunuz, sonra da sorumluluğu sahada ter döken, çaresiz futbolcuya yükleyip geminizi yürütmeye çalışıyorsunuz.

Maçlara sıkıyönetim

Bir özel şartımız da ‘güvensizlik’, daha doğrusu ‘özgüvensizlik’, yani kendine güvenmemek… Bir maçı rakibinizden önce oynuyorsunuz sorun oluyor. Sonra oynuyorsunuz sorun oluyor. Sonuçta ligin bitimine 4 hafta kala bütün maçlar aynı saatte oynatmak gibi bir ‘absürdlük’ çıkıyor ortaya… Bütün takımları ‘potansiyel şikeci’ ilan ediyorsunuz.
Takımların puan bakımından birbirlerine kilitlenmeleri yeni değil ki… En az 10 haftadır durum böyle. O zaman neden şimdi aynı saatte bütün maçlar? Neden sezon başından beri böyle bir uygulama yok…

Ha bana kalsa, bütün maçlar, televizyon yayını yokken İngiltere’de olduğu gibi, aynı gün aynı saatte oynansın, herkes kendi takımının maçına gitsin. Elbette artık geçmişte kalmış bir hayal bu ancak dört hafta kala ‘laf olur’ diye kışla kafasıyla bütün maçları aynı saatte oynatmak söylentilere teslim olmaktan başka bir şey değil.

Bakın fikstür cilvesine; bu hafta Beşiktaş ve Sivas 19 Mayıs’ta oynayan iki Ankara takımıyla karşılaşacak? Ne oldu? Otoriter ve totaliter federasyonumuz kendi kuralını kendi bozdu, Sivas’ın maçını cumartesiye aldı…

Ama olur. Bu ülkede muktedirlerin dışında herkes potansiyel sahtekârdır. Boş bırakılırsa yoldan sapar. Muktedirler ise sorumsuz yetkilidir. İstedikleri kuralı koyar, duruma göre istedikleri zaman bozarlar.

Taraftardan maç kaçırma

Biliyorsunuz bu akşam Fenerbahçe ve Beşiktaş Türkiye Kupası finalini oynayacak. Nerede? İzmir’de. Hem de saha ile seyirci arasında bir tane daha sahanın olduğu, futbolcuların mikroskopik boyutlarda gözüktüğü İzmir Atatürk Stadı’nda… Elâlem olimpik statları bırakıp futbol arenası biçimindeki statlara geçerken, biz doğru dürüst olimpik yarışma organize edemediğimiz bu hayalet statlara iş çıkarmaya çalışıyoruz.

Aynı kafa geçen yıl İstanbul’da oynanan ve olay haline gelen Birinci Lig play-off maçlarını ASAŞ Stadı’na yani Ankara’nın dağına sürdü. Neymiş? Takımlardan biri, Kasımpaşa, İstanbul takımıymış… Hangi çağda yaşıyoruz? Bolulu, Altaylı, Karşıyakalı taraftarların İstanbul’a gelip stadı dolduramayacağını mı sanıyorsunuz? Ayaşlara gitmek daha mı kolay?

Bence gerek yok ama Wembley gibi bir stadınız olur bütün finalleri, ulusal maçları, play-off maçlarını orada oynatırsınız. Yoksa iki İstanbul takımının taraftarlarını İzmir’lere sürmek niye?

Ne güzel, ufku geniş, tutkulu bir avuç insan bir süredir Saraçoğlu Stadı’nda çalışıyor. Yapanların büyüklüğüyle övündükleri, ama eski kafayla işlettikleri bu stadı zemininden giriş çıkış işaretlerine, güvenlikten engellilerin yerlerine kadar çağdaş ve insani standartlara getiriyor. Ne için? Shakhtar-Werder UEFA finali için… Türkiye Kupası da bu koşullarda Saracoğlu’nda yapılsa, biz futbolsever kullarınız dünya standardında koşullarda bir maç izlesek, çok mu?

Yabancı hayranlığına devam

Evet çok. Çünkü bizim özel koşullarımız var. Bu özel koşullar yüzünden hayatım geçti, gitti. Ben inatla, “Başkasında imrendiğim ne varsa yaşadığım ülkede de olsun, hattâ başkası da bana imrensin” istiyorum. Yani yaygın görüşe göre yabancı hayranlığına, resmi görüşe göre “Vatan hainliğine devam ediyorum hâlâ.”

SPOT IŞIĞI

18 ÖNÜNE GÖMÜN BENİ: Memleketin özel şartlarına değine-ceğim sözü vermiştim ama arada bir dizi maç oynandı. Dilenci kulunuzun sadaka kabı doldu taştı… Kısa değinmeler:
* Oyuna kimin egemen olacağı artık orta alan kadar 18 çizgisi önündeki 10 metrelik kuşakta belirleniyor. Buraya çabuk gelen ve burayı iyi kullanan kazanıyor. Savunmayı öndeyse, ofsayttan kıl payı kurtulan atakçılar uzun ve derin paslarla buluşuyor ve kaleciyle karşı karşıya kalıyor. Savunma geriye yaslanmışsa bu alanda kaleyi gören vuruyor, savunma basınca araya pas veriyor ya da tehlikeli serbest vuruş kazanıyor.
* Hızlı oynamak doğrudan sonuca gitmek anlamını taşımıyor. İvme diye bir şey var. Hızınızı nasıl kullanıyorsunuz? Yani ne zaman ve ne çabuk yükseltip alçaltıyorsunuz? Birinci vitesten beşe ne çabuk çıkıyor, rakibi nasıl yavaşlatıyorsunuz? Mesele bu. Böylece rakipten hamle üstünlüğünü alıyorsunuz, savunma setleri oturmadan karşı kaleye gidiyorsunuz.
* Çok pas yapmak tek başına yeterli değil artık. Ayağa, yana ve geriye pas yaptığınız sürece temponuz düşüyor, vites yükseltemiyorsunuz. Önemli olan koşu yoluna ve takımı hızlandırarak az ama öz paslaşmak.
* Taç atışları dahil duran toplar, orta alana yakın kullanılsalar bile yüksel gol potansiyeli taşıyor. Çünkü top duruyor, siz organize olacak zaman buluyorsunuz. İkili, en fazla üçlü hareketle sonuca gidebilirsiniz. Basketboldeki hücum setlerinden giderek daha fazla esinleniyor futbol duran toplarda.

Daha Fazla Göster

Bir yanıt yazın

Başa dön tuşu