Gündem

Dille kendi kalene gol atabilirsin

Takımların maçlara pankartla çıkma maskaralığı sürüyor. Ben en çok pankartları taşıyan yabancı futbolcuların haline gülüyorum. Herhalde anılarının baş köşesinde ‘en büyük garabet’ olarak yer alacak…

Hele son hafta ‘Dil Bayramı’ pankartı ile çıktıklarını hatırlasanıza… Brezilyalı futbolcu Türkçe bayramını kutluyor. Ne incelik!
Yabancılar, Karpuz Festivali gibi bir şey olduğunu sanmışlardır olsa olsa bu bayramın. Hafta boyunca, füme dil, haşlama dil, ızgara dil yeniyor sanıyorlardır.
Elhak, espriye vurup dil bayramı denen şeyi popüler yapmaya çalışanlar da vardı: ‘Kasımpaşa November Pasha olmasın’.
A be şaşkınlar, Kasımpaşa yer adı… Bu memleketteki yer adlarının çoğu Türkçe kökenli değil. Bu topraklara Türkler gelmeden önce kurulmuşlar çünkü. Ötekiler de sonradan adları değiştirilmiş ya da Atakent gibi yeni kurulmuş yerler.
Ayrıca nereden biliyorsunuz, ‘kasım’ ve ‘paşa’ sözcüklerinin Türkçe olduğunu… Hani, Kasımpaşa’nın arkasından ‘spor’ ve ‘kulübü’ diye iki tescilli gâvur sözcüğü gelmese içim yanmayacak… Yani iş işten geçmiş. Bırakın Kasımpaşa Spor Kulübü, spor kulübü olarak kalsın.

Dili bir ama dillenişleri farklı
Neyse, dil bir iletişim aracı. Yaşayan bir toplumsal organizma. Elbette bazı sözcükler zaman içinde kullanılmaz olur, bazıları yayılmaya başlar. Sözcükleri yaşatmaya çalışmak önemli… Ne var ki bu işi tepeden inme devlet kararıyla yapmak boşuna çaba. Sözcükleri kökenine göre yasaklamak insanların dilini kesmekten başka bir şey değil. Bırakın sözcük atmayı her sözcük girsin dile. İfade etmeyi zenginleştirdikçe, derinleştirip incelttikçe hoş gelmiş, sefalar getirmiş.
Genellikle futbolcularla uğraşıp takımı göremememiz gibi dili bırakıp sözcüklere takılıyoruz. Sözcükler önemli ama dili nasıl kullandığınız, kendinizi nasıl ifade ettiğiniz ondan çok daha önemli.
Futbolun da dili bir ama futbol hakkında düşündüklerimizi, hissettiklerimizi ifade edişimiz farklı. Dili kullanmak futbol oynamak gibi bir şey. Rahmetli İslam Çupi’nin dilinin Şeytan Rıdvan’ın oyunundan daha az kıvrak, daha az heyecan verici olduğunu kim söyleyebilir… Dille, karşı kaleye de kendi kalenize de gol atabilirsiniz.
Benim için bir anlamı olmayan ‘Dil Bayramı’ vesilesiyle, öteden beri kulağımı tırmalayan dil hatalarının birkaçına değineyim.
‘Katkı vermek’ değil ‘katkı yapmak’ ya da ‘katkıda bulunmak’: Geçen Dünya Basketbol Şampiyonası’nda bıktırıcı biçimde tekrarlandı. Katkı vermek için başka yerde yapılan bir şeyi vermeniz gerekir. Oysa, parkeye siz çıktığınıza göre katkıyı siz yapacaksınız.
‘Maçın kırılma noktası’ değil ‘dönüm noktası’: Bir şey kırılma noktasını geçtikten sonra artık var olamaz. Deniz dalgası gibi… Futbol maçı da öyle. Gaziantep-Bursa maçının kırılma noktası hakemin gol kararı olabilir. Hemen ardından gelen protestolar maçın tatil edilmesine yol açmıştır… Rakibin direncinin de kırılma noktası olabilir; o andan itibaren rakip direnemez… Bir maçın seyrine etki eden önemli anlar ve olaylar o maçın, eğer maç devam etmişse, dönüm noktaları olur ancak.
‘Kazanmak adına’ değil, ‘kazanmak için’: Bir kişi ya da kurum adına bir şey yapılır, bir eylem adına değil. “Kasımpaşa Teknik Direktörü adına konuşamam, çünkü o zaten sürekli konuşuyor” gibi. “Kazanmak için, gol atmak için” yerine “kazanmak adına, gol atmak adına” demeniz sizin bu işi daha ciddiye aldığınızı göstermez.
‘Başkanın söylemleri’ değil ‘sözleri’: Birisinin sarf ettiği laflar düpedüz onun sözleridir. Bunlara ‘söylemler’ demek o lafları daha anlamlı kılmaz, diyenin dil sorununa işaret eder. Söylem, vücutla, yazıyla, sözle olsun bir ifadenin içeriğine işaret eder… ‘Başkanın demecinin buyurgan söylemi’, ‘taraftar pankartlarındaki militarist söylem’ gibi.
‘Ulemalar’ değil, ‘ulema’: Ulema zaten ‘âlim’in çoğulu. ‘Âlimlerler’ demenin anlamı yok.
“Şok oldum” değil, “şoke oldum” ya da “şok geçirdim”: “Panik oldum” gibi o kadar çok tekrarlanıyor ki, yerleşik yanlışlardan sayabiliriz belki. Neyse hatırlatayım: Şok olursanız siz şok haline gelirsiniz, başkasını çarparsınız.

Okuyamıyorum
“Pekiyi sen dili düzgün kullanıyor musun?” diye sorabilirsiniz. Sormayın. Yayımlandıktan sonra yazılarımı okuyamıyorum. Dil ve ifade yetersizlikleri öyle batıyor ki…

SPOT IŞIĞI
ÖNLİBEROLARIN TAKİBİNDEYİM

Kendi topuma gideyim; fikrimi takip edeyim… Bursa – Valencia maçı Türkiye Süper Ligi ile Şampiyonlar Ligi’nin düzey farkını ortaya koymuştu. 4-0’lık yenilgiden sonra “zaytung.com” Ertuğrul Sağlam’ın ağzından, “Türkiye Ligi’nde istediğiniz takımı şampiyon yapayım ama ne olur beni Şampiyonlar Ligi’ne yollamayın” gibi bir espri de yapmıştı.
Bu durumdan gocunmamak gerek. Kat edilecek mesafe açık seçik gözüktüğü için memnun bile olunabilir… Bu yazıyı Rangers maçı öncesinde yazdım. Bursaspor oradan puanla dönebilir. Ancak savunmayı onsekizin üzerinde kurarlarsa ve geri dörtlünün hemen önüne bir ön libero koyarlarsa bu puanın anlamı olmaz. Tersine savunma, özellikle top rakipteyken ileri çıkar ve orta alan oyuncuları, ön libero değil, düpedüz orta saha oyuncusu gibi oynarsa, puan alamasa bile ŞL futboluna yaklaşmış olur Bursaspor.
Ne derseniz deyin Schuster gibi hocaların Türkiye’ye özgü ‘indirgenmiş’ bir planları yok. Onlar çağdaş futbola uygun bir top oynatmaya çalışıyorlar takımlarına. Del Bosque de böyleydi, Tigana da böyleydi. Rijkaard da böyle.
Schuster’in en önemli özelliği top rakipteyken bile savunmayı ileri çıkarması… Bu yüzden çabuk savunmacılara önem veriyor. Bu yüzden Toraman’ı Ferrari’ye tercih ediyor. Bu yüzden Fener maçında sağ beki kalmayınca Toraman’ı buraya çekmiyor, Üzülmez’i sahaya sürüyor.
Böyle de Beşiktaş Antalyaspor karşısında gol atmakta neden zorlandı?
Hasan Gözen’in özenle hazırladığı alttaki şemada futbolcuların maç içinde bulundukları yerlerin ortalama noktalarını görüyorsunuz. Aurelio oyundayken BJK, 4-1-3-2 falan değil resmen 3-4-1-2 oynuyor. Dizilişler önemli değil zaten. Şemada iki ‘takoz’un varlığı açıkça görülüyor.
Aurelio, maç sırasında da açıkça görüldüğü gibi Toraman ve Zapo’nun arasına girerek onlardan top aldı ve savunmanın oyuna ve atağa katılmasını frenledi. İleride de Tabata sadece top ayağındayken oynayarak önündeki Bobo ve Quaresma’yı sıkıştırdı, arkasındaki Ernst ve Necip’in alanını tıkadı. Genelde takımı yavaşlattı.
Sadece pasla değil, oyun alanı açarak da arkadaşlarınızın etkin futbol oynamasına katkıda bulunursunuz. ‘Topsuz oyun’ denen şey yani… Antalya maçında Tabata ve Aurelio sadece takımlarını eksik bırakmadı, arkadaşlarının alanlarını sıkıştırarak onları etkisizleştirdi.
Aurelio çıktıktan ve Tabata sağ kanada geçtikten sonra, yani takozlar alındıktan sonra Beşiktaş akmaya başladı. Savunma çabuk çıktı, Ernst’in önü açıldı. Basketbolu anıştıran iki ‘ikili oyun’ golüyle maçı kazandı Beşiktaş. Zaman olsaydı farka giderdi.
Salı gecesi ise Auxerre-Real Madrid ŞL maçını izledim. Sergio Ramos’u savunmanın göbeğine koymuştu Mourinho… Duran toplarda değil, her atakta vardı Ramos. Alonso ile dikine değişerek muhteşem oynadı. Bu sadece fragman.

İbrahim Altınsay

Daha Fazla Göster

Bir yanıt yazın

Başa dön tuşu