FutbolHaberTransfer

Asıl kafalar 1960’larda

Sadece futbolda değil her alanda yenilenme ile yeniliğe direnme arasında gidip geliyoruz. ‘Muhafazakâr özgürlükçü’ gibi eşsiz bir terim hediye ettik siyasi literatüre.

Schuster, Konyaspor maçından sonra “Türkiye’ye gelirken burada 1960’lar tarzı futbolla karşılaşacağımı tahmin etmiyordum” gibisinden bir şey söyledi biliyorsunuz.
Bizim gazete bu laf üzerine kendi yazarları arasında soruşturma açtı. “Türkiye’de 1960’lar futbolu da 2010’lar futbolu da oynanıyor” dedim. Telefondan gazeteye basılı hale gelene kadar “İkisi de oynanmıyor”a dönüşmüş lafım.
Sorun değil, baktığın yere göre aynı kapıya çıkıyor iki görüş de. Şurada altı senedir yazıyorum, aynı sorunu her sezon başka terimlerle yineleyip duruyorum… Sadece futbolda değil her alanda yenilenme ile yeniliğe direnme arasında gidip geliyoruz. ‘Muhafazakâr özgürlükçü’ gibi eşsiz bir terim hediye ettik siyasi literatüre.

İltifat bile sayılabilir

Bu şizofrenik yarılmanın futboldaki yansımasına kimi zaman ‘Demode futbol-moda futbol’ dedim, kimi zaman ‘Tutucu-çağdaş’, kimi zaman ‘Sıkıcı-eğlendirici’… Şimdilerde de ‘Şampiyonlar Ligi (ŞL) Standardı-Türkiye Süper Ligi (TSL) Standardı’ diye ayırıyorum.
Fazla lafa gerek yok. İzleyin ilk Bursaspor-Valencia maçını, TSL şampiyonunun futbolu ile çoluk çocukla oynayan Yarasalar’ın futbolunda iki standardı açıkça görürsünüz. Bu ülkenin en büyük maçları Fenerbahçe-Galatasaray maçları değil mi? Geçen haftalarda Saracoğlu’nda oynanan derbiyi hangi yılların futboluna sokacaksınız?
Schuster tabii görmüş geçirmiş adam. Çalışmadığı hoca yok. ‘Catenaccio’nun yani ‘kaleye zincir vurmak’ın, Türkçe meali ‘Çanakkale geçilmez’in babası Herrera bile hocası olmuş… Benim altı senede anlatamadığımı bir cümlede anlattı adamcağız.
Schuster’in “Daha dikkatli olmalıyım” anlamındaki bu özeleştiri cümlesi duruma göre bir iltifat bile sayılabilir. Ben 1960’ların futbolunu tribünden izlemiş biriyim. Vallahi o zamanların Fenerbahçe-Galatasaray maçları şu son maçtan çok daha iyiydi. Kaybetme korkusuyla yapılan hainane sertlikler, sahtekârlıklar, tribün kışkırtmaları yoktu. Futbol oynamak ve eğlenmek için hafta sonu bir araya gelmiş futbolcular ve taraftarlar vardı.

Ne istediğinize karar verin

Aslında bu işte en az suçlu teknik direktörler… Bizim maç sonrasında üzerinde ahkâm kestiğimiz şeyleri maç öncesinde sezmek, tasarlamak ve uygulatmak zorundalar. Bir yandan kaybetme korkusu yüzünden sürekli bunalım yaşayan başkanlarla ve yöneticilerle uğraşıyorlar, öte yandan parasını alamayan futbolculardan ve tribünlerle barışmak için garanti paraya transfer edilmiş yıldızlardan bir takım yaratmaya çalışıyorlar. Devre arasında gelip de bir takımı kümede tutarsanız ya da şampiyon yaparsanız sizden büyüğü yok. Ama ertesi sezon yeni bir planlamayla kalıcı bir gelişme için kolları sıvarsanız sizden kötüsü, cahili yok. Fenerbahçe’yi ŞL standardına çıkartan Zicolar, aynı şeyi Galatasaray’da ve Beşiktaş’ta yapan Lucescular bile yaşatılmadı bu ülkede. Schuster’e de yapılan bu.
“Çağdaş futbolda kaleci libero gibi olmalı, oyun kurmalı” diyorsunuz, sonra “Beşiktaşlı Cenk’i çok ileri çıkıyor, tecrübesiz” diye eleştiriyorsunuz.
“Top rakipteyken bile savunma ileri çıkmalı, ileride basmalı” diyorsunuz, sonra “Beşiktaş nasıl çizgi savunma oynar, arkayı boş bırakır” diye Schuster’i topa tutuyorsunuz.
Gol için karşı kaleye dikine ve çoğalarak gidiyor diye Barcelona ve Real Madrid’i ağzı açık seyrediyorsunuz, sonra Beşiktaş’ı “herkes hürra karşı kaleye gidiyor” diye yerden yere vuruyorsunuz.
Tempolu oynayan takımlar sanki revire dönüyormuş gibi “Beşiktaşlı futbolcular çok koşuyor, onun için sakatlanıyor” gibisinden garip bir sonuca varıyorsunuz.
“Bugün artık her futbolcu her yerde oynayacak” diye buyuruyor, sonra “Beşiktaş’ta Aurelio dışında kimsenin nerede oynadığı belli değil” diye müthiş bir keşifte bulunuyorsunuz.
“Futbol karmaşık bir sistem oyunu” diyor sonra da tek tek pozisyonlara ve değişikliklere takılıyorsunuz. Beşiktaş’ın savunmanın geriye kaçma hastalığından yediği birinci Konyaspor golünü dile dolarken ikinci yarı daha rahat iki kontratağı Necip’in pozisyon sezgisi ve hızıyla kestiğini unutuyorsunuz.
Ulema, “Futbolun seyir kalitesini yükseltmek” gibi büyük lafları kimseye bırakmıyor. Ama Beşiktaş Konya karşısında 2-1’i bulmuş, üçü dördü arıyor, tribünler coşmuş, Konya da hareketlenmiş, maç 2-2 bitince koronun sesi yükseliyor: “Yahu akıllı olsana, 2-1’i korumaya oynasana!” Schustercesi “1960’ların futboluna dönsene!”
Artık bir karar verin. Milyonlarca euro verdiğiniz, yoluna halılar döşediğiniz kariyerli hocalar sizin kafanızdaki topu mu oynatacak yoksa kendi kafalarındakini mi? Kendimi de katayım, biz mi değişeceğiz, onlar mı?

Yiyemeyince kusuyoruz
Onlar değişecekse neden veriyoruz bu kadar parayı adamlara? Schuster’in sorunu çok açık. Bu kadronun onun kafasındaki oyunu oynaması zor. Tribün için transfer edilen ve doğal olarak tribüne oynayan yıldızlarla, emekli ikramiyesi transferler yapmış veteranlarla ve bir oynayan bir oynamayan gençlerle, bırakın 2010’u, olağan bir takım düzeyine ulaşmak mucize gibi bir şey. Bakın Mourinho, PAF takımı gibi bir Real Madrid kurdu. O bile istediği takımın oluşması için iki yıl istiyor.
Ama siz piyasa değeri kalmamış Beşiktaş kadrosuna ‘harika, muhteşem’ derseniz, suçlayacak Schuster’den başka kimse bulamazsınız. Sonunda, iki yıldır doğru dürüst oynamamış Fatih Tekke, ‘kurtarıcı’nız olur. Sonra da “Madem Konya demode top oynuyor niye yenemedin” diye dâhiyane yorumlar yapılıyor… Olumlu top oynamaya çalışan takımlar kapanan takımlara puan kaptırabilirler. Ama bu durum onların yukarıya ötekilerin aşağıya oynadıkları gerçeğini değiştirmez. Umarım beni yanıltırlar ama Konyaspor böyle hep bir puana bayram yaparsa kümede kalma mücadelesine mahkûm olur. Bütün maçlar berabere bitse 34 puanla küme düşersiniz. Karşı örnek Antalya… Pozitif futbolla kümede kaldılar, şimdi yukarılara çıkıyorlar.
Hatırlatırım, mevcut kadroya rağmen Schuster, ön eleme oynayarak Avrupa liglerine kalmış tek Türkiye takımının hocası… Beşiktaş’ın Porto’da, 2010’lar futbolunun en iyi temsilcilerinden Porto’ya karşı oynadığı başa baş futbol bile ona saygı duymama yetiyor.
Bizim dünya birincisi alınganlıklarımıza dokunması ise hoşuma gitmiyor değil… Adam yaptıkları kadar yapmadıkları ve reddettikleriyle var olan insanlardan. 24 yaşında milli takımda oynamayı reddedince yiyemediler onu. Çünkü iyi futbolcuydu. Batı Almanya’nın 1980’de Avrupa Kupası’nı kaldırmasında emeği vardı.
Hocalarıyla tartıştı yine yiyemediler onu. Çünkü Barcelona ve Real Madrid’in eski günlerine dönmesinde başı çekmişti.
Hocayken de doğru bildiği yolda gitti. Çünkü iyi hocaydı. Real Madrid’in puan rekoru kırarak kazandığı son şampiyonlukta onun imzası vardı.
Keyfi kaçınca çekip gitmesini bildi.
Merak etmeyin, buralardan da çekip gider.
Biz de yeni teknoloji cilasına karşın Namık Sevik’lerin spor gazeteciliğinin gerisine düşen basınımızla, yüksek çözünürlüğe ve örümcek kameralara karşın radyo muhabbetinden ileri gitmeyen televizyonculuğumuzla, dünyada olup bitene kayıtsız kalıp herkesi kendi düşündüğü kadar düşünmeye zorlayan otoritelerimizle baş başa kalırız.

60’lar nasip olmaz herkese
Belli ki Schuster 1960’ların futbolundan kale önüne yığınak yapıp, golü rastgele atılan uzun toplarla arayan 0-0’lıkçı Katenaçyo’yu kastediyor. Ama her alanda gökyüzünde salınan 1960’ların başka bir futbolu da vardı. Bendenizin de mayasına bulaşmış olduğunu umduğum o 10 yıl ‘gerçekçi olup imkânsızın istendiği’ cesaret yıllarıydı. Bir yanda George Best’le bir yandan da Brezilya’nın 4-2-4’üyle uçarılığın doruklarında geziyordu.
Sonra bu damar Michels-Cruyff çizgisinden Ajax’lara ve günümüz Barcelona’sına, Sacchi- Mourinho çizgisinden Milan’lara, Chelsea’lere, İnter’lere ve günümüz Real Madrid’ine gelecekti. Pazartesi gecesi, 2010’lar futbolu Nou Camp’ta sahne alırken, “Geçmişin canlı damarını nerede kaybettik biz” diye düşünmekte yarar var.

O gece bu gece
Pazartesi gecesi Barcelona ve Real Madrid karşı karşıya geliyor. Sadece önemi tarihinden menkul bir kapışma değil bu. Günümüzün en ucunda top oynayan iki takımın karşılaşması aynı zamanda. ‘El Neoclassico’…
Bizim 1960’lar kafası geçen yıl ŞL’deki İnter-Barça maçlarına bakıp İnter’in ‘bozan takım’ olduğunu bile öne sürmüştü. İlk maçtaki 3-1’lik galibiyeti sadece durdurmayı düşünen takım nasıl aldıysa… Mourinho, İnter’e oynattığı, gerektiği kadar az paslı, dikine ve hızlı oyunu Real Madrid’e müthiş bir değişkenlik ve tempo içinde uygulatıyor. Birkaç hafta önce “Barça, Real’e göre daha kısa paslı ve yavaş” diye yazmıştım, son üç maçta beni tekzip ettiler. Getafe’ye 50 saniye içinde 18 kez paslaşarak harika bir gol attılar. Hemen arkasından kendi kalelerinden üç pasla saliselik bir gol. Sonra da ileride basıp tek pasla bir gol daha.
Real Madrid futbol algımı en çok zorlayan takım bugün. Barcelona ise hâlâ benim en iyi futbol oynayan takımım. Bakalım pazartesi gecesi neler olacak?

İbrahim Altınsay

Daha Fazla Göster

Bir yanıt yazın

Başa dön tuşu