FutbolHaber

Ben sizin bildiğiniz ‘Biz’den değilim

Yine bir milli maç haftası… Yine bir oyun, bir gösteri, bir eğlence olarak futbol yok gündemde. Yine kör milliyetçilik körükleniyor. Hem de yitirilmiş 17 genç can üzerinden. Ateş düştüğü yeri yakıyor ama savaşı ‘tek çözüm’ diye dayatanlar ateşin üzerine körükle gidiyor. Şiddet şiddeti büyütüyor. İnsan canı maç skoruna dönüştürülüyor. Ölüler kabule
zorlanıyor. Yas, elde olmayan ölümleri bir nebze kabullenmek, yitirilenlerin anısıyla
birlikte yaşamak için tutulur benim bildiğim. Şimdi ise yeni ölümleri olağanlaştıracak, kabul edilir kılacak bir savaş narasına dönüşüyor.
Savaşı durduracak, gençlerimizi yaşatacak onca demokratik ve toplumsal çözüm varken iki taraftan da muktedirler güçlerini ‘tek çözüm’ diye zorladıkları şiddetten alıyor. Altınova’da ya da başka bir yerde Kürt komşusunun dükkânında, arsasında, işinde gözü olan fırsatçılar şiddetten kendilerine pay çıkarmayı umuyor.

‘Tek biz’
Muktedirlerin ‘biz’ine kayıtsız şartsız itaat edenler ‘siz’ diye dışladıkları ötekilerin üzerinde her türlü baskıyı meşru görüyor. ‘Tek görüş’e, ‘tek kimlik’e, ‘tek çözüm’e itaat etmiyorsanız ötekisiniz. Bozguncusunuz, vatan hainisiniz, Amerikancısınız, liberalsiniz. Eskiden komünisttiniz, şimdi postmodernistsiniz… Vatandaşlıktan atılabilirsiniz.
Hiç aklımdan çıkmayan bir şeye değineyim. Ermenistan-Türkiye maçı öncesi Radikal Gazetesi, Türkiyeli Ermenilere maçı soruyor. Taksim Kulübü Başkanı Garo Mafyan, “2-1 alırız” diyor. Haberin editörü, pek de haklı olarak ‘2-1’in yanına parantez açıp ‘(Türkiye)’ diye yazmış. İşte sorun bu parantezde… Bu ülkede yaşayanlar biz dediğinde yanına parantez açıp “biz”in ne olduğunu açıklamak zorunda kalıyorsak ortada ciddi bir sorun var. Bu parantezlere gerek duyduğumuz sürece bu ülkenin ‘biz’inde sorun var. “Farklı olanların temel hak ve özgürlükler temelinde yaşadığı, birbiriyle fikri ve siyasi mücadele içinde olduğu bir ülkeden söz etmiyoruz” demek bu. ‘Biz’ birilerinin ‘tek gerçek’ olarak belirlediği, itaat etmeyenlerin dışında kaldığı bir grubu belirliyor. Dışında kalanlar defolu
bozuk unsurlar… İmha edilmeli.
Başbakan’dan federasyona, oradan teknik ve idari sorumlularına kadar sporun muktedirleri de ‘milli takım’ söz konusu olunca aynı kafada. Milli takım denince ona kayıtsız şartsız bağlı olacaksınız. İsviçre maçı rezaletini sineye çekeceksiniz. Tribüne hareket çekmiş milli takım kaptanını öveceksiniz. Belçika maçında saha kenarında olanları ‘bizim’ kameralar göstermeyecek. Milli takımı ve yönetenlerini eleştirdiğinizde milli duygulardan yoksunsunuz demek. Hatta sizin yüzünüzden ‘milli takımda oynayacak futbolcu bile bulunmayabilir’.
Oysa futbol duygu işi… Taraftarlık da. Hep yazıyorum. Milli takım taraftarlığı diye bir şey yok. Riyakâr ünlülerle, politikacıların uydurduğu bir şey bu “Milli takımı tutuyorum” palavraları… Tuttukları takımı açıklarlarsa sanki rakip takım taraftarı onlara sempati duymayacak.
İnsan ayda yılda 5-6 maç oynayan bir takımı tutar mı? Zaten bizim ‘milli’ dediğimiz takım önünde sonunda uluslararası maçlar için bir araya gelmiş bir karma… Üstelik sermaye küreselleştikçe, işgücü de küreselleşiyor. Milli takımlar milliyet temelli karmalar olmaktan çıkıyor.
İşte Mehmet Aurelio, ekmek parası için Türkiye’de oynuyor. Avrupa’daki Türkiye kökenli
futbolcular kariyerlerini ilerletebilecekleri yerlerin ya da onları yetiştiren ülkelerin takımlarını seçiyorlar… (Başka milli takımlarda oynayan Türkiye kökenliler karmasıyla, bizim milli
takım bir maç yapsa, maçın geliri ırkçılık mağdurlarına verilse ne hoş olur değil mi!)

Zorla mı tutacağız?
İnsan hislerine ihanet etmemeli. Eğer milli takımda sevdiğim futbolcular oynuyorsa ve milli takımın hal ve tavırları benim gönlümü okşuyorsa, ben o milli takımı severim, tutarım. Aynen 2002’de İlhan Mansız Senegal’e golü attığında, gözlerim yaşararak havalara fırladığım, dizlerimin üzerinde kaydığım gibi. Bizim mahallenin çocuklarıydı onlar. Başlarındaki Şenol Güneş bizim mahallenin delikanlısıydı, olgun ağbisiydi.
Şimdiki milli takımda da çok sevdiğim futbolcu var. Onlarla aynı ülkeden olmaktan, aynı dili konuşmaktan onur duyuyorum. Ancak 2006 Dünya Kupası play-off’unda Saraçaoğlu’nda oynanan İsviçre maçından bu yana bu takım benim takımım değil. Bunu şimdi söylemiyorum. Daha o zaman “Dünya Kupası finallerine gitse bile bu takımı tutmayacağım, benim takımım Trinidad Tobago” diye yazmıştım.
Muktedirler ve milli aşağılık kompleksiyle malul olanlar o yana çekmeye çalışıyor ama uluslararası maçlar milletlerin, ülkelerin tükürük yarışı yaptığı, fetih savaşları değil. Gidiyorsunuz, başka ülkelerin futbolseverleriyle tanışıyor, tatlı tatlı çekişiyorsunuz. Şenlik havası yaşıyorsunuz. Sadece bu niyetle ‘uluslararası takım’larını destekledikleri için her turnuvada tribünleri turuncuya boyuyor ve en iyi seyirci seçiliyor Hollandalılar. Almanya’da yaşayan Türkler, Alman faşistlerini kudurturcasına bir yanaklarına Türkiye, bir yanaklarına Almanya bayrağını çiziyorlar, Alman bayrağının kırmızısına ayyıldız koyuyorlar. Bir dünya vatandaşı olarak benim de içim yağ bağlıyor…
Türkiye’de ise tribünlere herkesin lig takımı formasıyla gitmesinden yakınıyoruz. Federasyonun millete bedava forma dağıtması öneriliyor. Daha önce de tribün gruplarına pankart, bayrak yaptırılmaları için paralar verilmiş, biletler dağıtılmış. Demek ki gönülden olmayınca zorla, ya da milli hamasetle taraftar olunmuyor.

O kapı
Bayrak deyince Hrant Dink’in kızı Delal Dink’in Agos’ta, sonra da 16 Eylül’de Radikal’de yayımlanan yazısı su gibi aklımdan geçiyor. Gözyaşlarıyla ama bir yandan da gönlüm umutla dolarak okuduğum o yazının neresinden alıntı yapayım… Bir babayı, özgürlükçü ve barışçı olduğu için yitirmenin acısı diner mi? Tıpkı evlerine cenaze gelen annelerin, kardeşlerin, çocukların acısı gibi. Buna karşın “(Türkiye-Ermenistan maçı…) alternatif bir geleceğin kapısını araladı. Hadi birlikte ittirelim o kapıyı” diyordu Delal Dink.
Muktedirlerin ‘biz’inden olmayan bizler… Gönlümüzden geçen ülke için ittirelim o kapıyı. Kürt, Türk, Ermeni, Alevi, Sünni, Hıristiyan, Musevi, dinsiz… Hangi kökenden olursa olsun her futbolseverin kalbini coşturan milli takım için bir omuz vuralım mı o kapıya…

SPOT IŞIĞI
‘ERTUĞRUL SAĞLAM DURUŞU’ İÇİN TEŞEKKÜRLER…
Aynı başlığın Fransızcasını, ayrılmasının ardından Tigana için atmıştım. Üzerinden daha 1.5 yıl geçmedi. İşte Ertuğrul Sağlam, Metalist maçından sonra dört gün sabretti, İnönü’ye takımının başında çıktı ve onurlu bir insan olarak istifasını verdi.
İstifa eden ne yazık ki kulübün içindeki oyunlar yüzünden istifa etmek zorunda kalıyor. Her istifada Beşiktaş biraz daha Beşiktaş olmaktan çıkıyor. Takımın başında Atatürk Havalimanı’na inecek, İnönü’de maça gelecek cesareti gösteremeyenler ise hâlâ görevinin başında duruyor. Kulüpten nemalananlar ellerini ovuşturuyor. Ne oldu yüzünüz mü kızardı? Soğuktandır.

Daha Fazla Göster

Bir yanıt yazın

Başa dön tuşu